10 Ağustos 2008

yaşanan her an yeni bir zihindir

frontpage hit counter
“yaşanan her an yeni bir zihindir.” Duyar duymaz hakkını teslim ettiğim bu söz, insanın ikiyüzlülüğünü rasyonelleştiren/anlaşılır kılan bir önerme olsa da ona öfkeyle yaklaşmak yerine onu dünyanın anahtarı bilip cebimde taşımayı tercih ediyorum. Zira bu anahtar eksik parçaları öylesine güzel tamamlıyor ki, dünya gözlerimde berraklaşıyor.

Bu sözü cebime koyduğumda, güzel sanatlar fakültesine kabul edilmeyen vasat bir ressam adayının bir süre sonra dünyanın canına okuyacak bir canavara dönüşmesine şaşırmıyorum.

Ya da düşünce tarihinde hatırı sayılır bir yer edinen düşünürün, felsefesini oluşturmaya başladığı zamanlarda herkesi şaşkına çeviren faşist düşüncelerinin arkasında durabilmesini anlıyorum.

Eğitim felsefesi üzerine dünyaca kabul gören bir esere imza atan bir başka düşünürün kendi kurduğu okulda yetiştirdiği öz çocuklarının birinin şizofren, diğerinin de hayatın oradan oraya savurduğu bir zavallıya dönüşmesini yadırgamıyorum.

Aslında insanın ikiyüzlü doğasını anlamak için sadece insanlığın inşa ettiklerine bakmak da kafi olabiliyor.

En lüks semtlerinden, en ötekileştirilmiş kısımlarına kadar pek çok parçasında hayli vakit geçirmiş biri olarak benim için başlıktaki sözün tezahürü İstanbul'dur. Kısa şortuyla annesinin elinden tutarak yürüyen bir veletken, beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri de kasaba sayılabilecek şehrimizden çıkıp annemle birlikte istanbul’daki dayılarıma yaptığımız ziyaretlerdi.

Adım atar atmaz beni cezbeden bu şehir, büyüklüğü ve karmaşıklığı ile çözülmeyi bekleyen gizemli bir puzzle gibi bana göz kırpıyordu. Öyle ki istanbul’u görene kadar büyüdüğüm şehirde yaşadıklarımın bir hayat değil en fazla hayatın bir müsveddesi olabileceğine kanaat getirmiştim. Bu ezici aldatılmışlık hissi, büyüdüğüm şehirden kaçıp bir an önce kendimi istanbul’un kollarına bırakmak için büyük bir tutku duymama sebep oldu. Ben gerçekten yaşamak istiyordum ve “gerçek hayat” istanbul’daydı. İstanbul hayalleriyle geçirdiğim 5-6 yıllık zaman diliminden sonra, bir gece yüzyılın facialarından biri olarak tarihe geçen büyük deprem şehrimizi vurunca kaderimin de yavaş yavaş değişmeye başladığını hissettim.


Beni bu düşüncelere sevk eden noktalardan biri okulumun yıkılmış olması, bir diğeri ise faciadan sağ kurtulmayı başarıp sonrasında kollarımda can veren insanlar için yapabileceğim bir şey kalmamasına isyan edişimdi. O dönemlerde de bir velettim, fakat bu kez annemin elinden tutmak yerine, lojmanında kaldığımız sağlık ocağına akın akın gelen yaralıları uygun bir yere yerleştirmek, susuzluktan ölmesinler diye onlara su taşımak gibi görevler edinmiştim. Ellerimle su içirdiğim yaşlı bir adamın gözlerimin önünde iç kanama geçirip hayatını kaybetmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Her şeyi bırakıp bağıra bağıra ağladığımı hatırlıyorum. Bu an; hayata, tanrı’ya, kadere, başımıza gelen her şeye isyan ettiğim ve çığlıklarımla çocukluğumu yırtıp yeni bir hayata başladığım an olarak kişisel tarihimdeki yerini hala koruyor. Yaşadığım travmanın etkisiyle kısa bir süre sonra geçirdiğim apandisit ameliyatı da o günleri hiç unutmamak adına vücuduma kazınan 4 santimlik bir iz bıraktı.


Deprem ve yaşadığım şehirle hesaplaşmam burada sona eriyor ve liseye geçmemle birlikte önümdeki 9 yılı kapsayacak olan İstanbul günleri başlıyordu.
İşte bu 9 yıl insan doğasına dair düşüncelerimi derinleştirmeye başladığım bir süreç oldu.

Önce zamanında hanedan üyelerin kaldığı boğaza nazır saray yavrusunda üç yılımı geçirdim. İstanbul’a yeni gelen biri için bir hayli şanslıydım anlaşılan. Ardından gasp, hırsızlık ve cinayet gibi suçlarla ünlenmiş bir semtte, üniversite yurdunda iki yıl geçirdim. Bu süreç içerisinde gasp edilen arkadaşlarım oldu. Yine uykusuz bir gece, sokağımızda duyulan tekinsiz sesin bıçaklanarak öldürülen bir adamın son çığlığı olduğunu ertesi gün öğrendim. Bütün bu olaylara rağmen bu semte hala tuhaf bir şefkatle yaklaşıyorum. zira suçun oraya kendiliğinden değil de bilinçli olarak hapsedildiğini biliyor ve bunun sorumluluğunu da o semte yüklemiyorum.

Oradan ayrıldıktan sonra istanbul’un görece itibarlı semtlerinde 4 yıl geçirdim. İş hayatına atıldıktan sonra şu herkesin gıptayla baktığı lüks mekânlara iş dolayısıyla girmek durumunda kaldım. Bu lüks/özenilen hayatta gıpta edilecek hiçbir şey olmadığını bu süreçte anladım.

İstanbul’daki bu süre boyunca, şehirden bir kesit alıp kendimce yorumlayabildiğimi düşünüyorum ve görüyorum ki şehirler için de “yaşanan her çağ yeni bir zihindir”.
Zira zamansal olarak üst üste binip kendinden öncekini korumak yerine izlerini silmeye çalışan istanbul’un yeni zihni, bugün pek çok çelişkiyi ve çarpıklığı aynı zaman diliminde ve dip dibe barındırarak çağlara göre değişen yapısını kolayca fark etmemizi sağlıyor.

Bu nedenledir ki bazı caddelerde 10 kişiye bir polis düşecek kadar paranoyak bir güvenlik anlayışında ısrar edilirken, bir alt caddede hemen her gün işlenen adi suçlara müdahale edecek bir tek bile polis bulunamıyor. Çünkü yaşanan her an yeni bir zihindir ve hoyratça üst üste binen bu çelişkili zihinler şehri nefes alamaz hale getirmiştir. İşte bu yüzden İstanbul paronayak şizofren bir şehirdir. İşte bu yüzden insanın en karanlık yanlarını ortaya çıkartarak belleklerimizdeki “masum insan” imgelerine tecavüz eder ve bu haliyle belki de en çok dostoyevski’ye yakışır.

Kişisel tarihimde derinden yer eden pek çok olayı ve insanı istanbul’a borçlu olduğumu bilmekle birlikte bana sunduğu olaylar ve insanları kendimce yorumlayıp onlara yeni bir şeyler katabildiğimi düşündüğüm için kendimi çok da borçlu hissetmiyorum. Ancak bugün dünyanın herhangi bir şehrine beş parasız olarak bırakılsam da bir yolunu bulup hayatta kalmayı başarabileceğime olan inancım bana İstanbul’un hediyesidir.

Şimdi zorunlu bir ayrılık arifesinde, büyüdüğüm şehirde annemle kahvaltı ederken -ki yıllardır ilk kez bu kadar yavaş, zaman baskısı hissetmeden, kısa süre sonra ayrılacağımızı düşünmeden kahvaltı ediyor ve birlikte zaman geçiriyoruz- istanbul’u düşünüyorum. Bu paronayak şizofren şehrin zaman zaman beni nasıl hasta ettiğini, tüm yılların sonunda bana nasıl büyük bir iç karmaşa ve yorgunluk miras bıraktığını daha iyi anlıyorum.

Bu karmaşa ve yorgunluğa minnettar olmamamın sebebi ise yıllar önce küçümseyerek kaçtığım şehrimdeki yavaşlığı, dinginliği sevmeye başlayışım. İstanbul’dan ayrılıp büyüdüğüm şehre geri dönmek bana hayatımın en azından bir kısmı için çemberin tamamlandığı, bir dönemin sona erdiği hissini veriyor.

İstanbul’daki son günlerimde bu şehrin bana bahşettiği iki dostumla uzun süre tadı damağımda kalacak sohbetimizin ardından, vedalaşma cümlelerinden hemen önce onlara şunu söyledim: “sizi ayrı ayrı ve çift olarak çok seviyorum, çünkü bunları konuşacak kimsem yok”
Bana bunları söyleten şey hayatı boyunca ait hissedememenin sıkıntısını çekmiş biri olarak kısa bir süreliğine ve belki de ilk kez kendime ait olacak bir şey bulduğumu duyumsamamdır: Ben bu iki dostumla paylaştığım masaya, sohbetlerimizin huzurlu tadına aidim.

Bu aidiyet hissi ve istanbul’a dışarıdan baktığımda daha iyi görebildiğim çelişkilerim, beni insanın yaşadığı şehre aslında ihtiyaç duymadığı düşüncesine götürüyor. Çünkü ait hissettiğim o sohbet masasını dünyanın her yerinde kurmak mümkün. Fiziken yan yana olmasak da düşsel olarak o masada sohbet edebiliriz. Çünkü aslolan, birbirini anlayan zihinlerin enerjisidir. Ve yaşanan her an yeni bir zihindir.

not: itusozluk.com'da da yayınlanmaktadır.

Hiç yorum yok: